26 Şubat 2016 Cuma

LAİKLİK, İSLÂM, DEMOKRASİ (DP) VE TÜRKİYE; Dr. ESAT KIRATLIOĞLU

LAİKLİK, İSLÂM, DEMOKRASİ VE TÜRKİYE
Dr. Esat KIRATLIOĞLU (*)
Dünya tarihinde demokrasi (demos cratos / halk idaresi), gerçek hüviyeti ile bugünkü demokratik ülkelere yerleşebilmek için, hem çok uzun bir yol kat etti, hem de çeşitli zorlu safhalardan geçti. Demokrasi ilk defa İngiltere’de 1215’de Kral John’a, asiller tarafından zorla ilân ettirilen Magna Carta Libertatum (büyük özgürlük fermanı) ile insan hayatı ile özdeşleşti.
63 md den oluşan Magna Carta’nın 3 ana temeli vardır.
1. Vergiyi toplamak ve sarf etmek kralın yetkisinden alındı ve asillerden teşekkül eden bir kurula verildi. Bu kurula kanun yapma yetkisi de verildi.(ilk parlâmento)
2. İnsanlar ancak kanunla cezalandırılabilir,
3. Adalet satılamaz ve geciktirilemez.
Demokrasi çok daha sonra 1776 da ABD istiklal beyannamesi ve 1789 da Fransız ihtilâli ile dünya ve geniş halk tabakaları tarafından duyulur hale geldi. İnsanlar kızıl derili, siyah derili ya da beyaz derili, sarı tenli olsun efendileri ya da kuvvetlilerce inim, inim inletiliyordu. İmparatorlar ve hükümdarlarca orta çağ dediğimiz zaman diliminde Hıristiyanlara uygulanan zulüm, onları ta Kapadokya’ya (Nevşehir civarı) kadar kaçmaya ve kendilerinin yaptıkları yer altı şehirlerinde yaşamaya mahkûm etmişti.
Ancak bir müddet sonra Papalık ve Kilise, devleti yönetir hale geldi.
Öyle ki, bir Alman hükümdarını aforoz eden Papa’dan af dilemek için (Alman hükümdar) Alp dağlarında tatil yapan Papa’dan kabul edilmesi çaresizliği içinde, aylarca karlı dağlarda sürünmüştür. Kilise artık hükümdarların dahi üstünde idi
            Fransa’da kilisenin yönetime baskısı, ayrıca İmparator’un da halk üzerindeki umursamazlığı had safhaya varmıştı. Halk yoksul ve perişandı. Öyle ki, yiyecek ekmek bulamıyoruz diye feryat eden halka, Kraliçe MARİE ANTUANET, “o zaman pasta yiyin” diyordu. Bu şartlar altında 1789 halk hareketi ile Fransız ihtilâli oldu. İhtilâlciler cumhuriyet ilân ederek halkın yönetimini sağladılar ve laiklik prensibi ile de kiliseyi “devletin üzerinde etkisi olmayan bir yapı” biçiminde organize ettiler (ileride laikliği ele alacağız).
            1299 da kurulan ecdadımız Osmanlı devleti Müslüman bir devletti.
1517 de Yavuz Sultan Selim’in Mısırdan, Halifeliğin Osmanlı hükümdarlığına intikalini sağlamasından sonra, İslâmiyet en yüksek makamında padişahlar tarafından temsil edildi. Osmanlı, bir din devleti olmasına rağmen zaman, zaman yaşanan istisnalar hariç, padişahlar ister Müslüman ister Hıristiyan olsun, tebaasına adil davranmıştır. Esasında bunun sebebi kuranın temel kavramını teşkil eden adalet ve insan sevgisi olup; Bunu emreden Kur-an’ı Kerim’in etkinliğidir. 
            1600 yılları civarında Osmanlı Yönetiminde başlayan zaafiyet, tarihte yaşadığımız hüsranları ve kayıpları katlayarak 1918’deki 1. Dünya Savaşı mağlubiyetini getirmiştir. Bu savaşın sonunda 3 kıtaya hükmeden cihan devleti Osmanlı imparatorluğu, Anadolu da 13 ilin dışında tüm topraklarını kaybetmiştir.
            Atatürk’ün, 19 Mayıs 1919’da başlattığı; “yok oluştan bir mucize” diyebileceğimiz azim, irade, cesaret ve inanışla kazanılan istiklâl harbinden sonra, Cumhuriyetin kurulmasına ve bugünkü sınırlara geliyoruz. Osmanlı’nın “son dönemler” tarihini ve hele, hele 1918 -1922 arasının perişan şartlarını, mükemmel ve tarafsız olarak bilmeyen bir kimse, kulaktan dolma ve alışılmamış yarım, (hem de) taraflı bilgilerle bunu takdir etmesi ve değerlendirmesi; tam manâsı ile bir “hiç hükmündedir”.
            Hıristiyan âlemi yukarıda bahsettiğimiz tarihi olaylarla kendine gelmiş ve eğitime, öğrenmeye büyük önem vermiştir. Hıristiyan âleminde İncil, her milletçe kendi diline tercüme edilmiş, hazreti İsa hakkındaki görüş ve (bazı ayrıntılar hariç) İncil’in birçok içeriği aynen Kur-an’ı Kerimde tekrarlanmaktadır.  Bu durum Tevrat için de geçerlidir. Okuma yazma bilme nispeti Hıristiyan âleminde epeyce ilerlemiş ve incilin bildirisi onlarca daha iyi bilinir hale gelmiştir.  Kur’an da ki bildirilen pek çok konu İncil tarafından da bildirilmektedir.
            1870 yılında halkın Hıristiyan âleminde okuryazar yüzdesi ispanyada 30, Fransa’da 69, İngiltere’de 76, Almanya’da 80, Hollanda da 81’dir. Osmanlı imparatorluğunun o tarihte halkın okuma yüzdesi ise yalnız % 3 tür. 1924 yılında Türkiye de 71 ortaokul ve 5965 öğrencisi, 23 lise ve 1241 öğrencisi, 9 fakülte vardır. (üniversite değil) Nüfus 13 milyondur. Halk maalesef Osmanlı döneminde yukarıda görüldüğü gibi okuma yazma bilmezdi.
Namazını kılacak kadar, belki birkaç fazlası ile ayet veya sure ezberlenirdi. En acı olanı Osmanlı döneminde Kur-an’ı Kerim’in Türkçe tercümesi (meal) yoktu. Okuma yazma bilenler belli sayıda sübyan (çocuk) mektebi mezunlarıydı.  Medrese mezunları dışında hocalarımızın büyük çoğunluğu hafız da olsa,  Kur-an’ı Kerim’in Türkçesini bilmiyorlardı. Ya da kulaktan dolma bilgileri vardı. Kur-an’ı Kerim’in gerçek manasını halka bildirecek medreseli hoca sayısı da sınırlı idi. Halk okuma yazmada bilmiyordu. Üstelik Türkçe meali olan Kur-an’ı Kerim de yoktu.
Üstelik 1924’de, Türkiye’de okur-yazar oranı sadece % 4’tür!..
Selçuklular döneminde ilim dili Arapça olduğundan kayda değer bir Kur’an çevirisi gelişmesi olmamıştır. Osmanlı döneminin ilk kuruluş yıllarında Elham, Mülk, Yasin, İhlas gibi daha çok yalnız bazı kısa sureler konuşulan Türkçeye çevrilmiştir. (meal) Osmanlı’da, daha sonra ilk Şeyh-ül İslâm Molla Fenari ( 1350 -1430) Ayn-ül Ayan isimli esriyle yalnız Fatiha suresini tefsir etmiştir.
            Tüm Osmanlı döneminde ilk defa Sırrı Paşa (1844 -1895) Sırrı-ı Furkan adındaki iki ciltlik eseriyle Kur-an’ı Kerim’i tercüme ve tefsir etmiştir. Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi de, küçük bir ciltten ibaret Safvetu-l Beyan adlı tamamlanmamış kuran tercüme – tefsirini yazmıştır. O dönemde, bazı âlimler ve sonraki Şeyhülislam Mustafa Sabri efendi, bu tercüme ve tefsir işine karşı çıkmışlardır. Aynı dönemde, bir Şeyhülislam Kur-an’ı Kerim’in Türkçe mealini ve tefsirini yapıyor, bir sonraki Şeyhülislam buna karşı çıkıyordu. Elbette bu durumda yapılan tercüme ve tefsir yurt sathında da tam yayınlanamayacaktır.
            Milletimiz bu şartlar altında asırlarca Kur-an’ı Kerim’in içeriğini tam bilmediği halde, Allaha inanç ve iman kuvveti ile Müslümanlığa hakkı ile sahip çıkmıştır.
            Kur-an’ı Kerim yalnız Araplar için inmedi. Kur-an’ı Kerim’in muhatabı sadece Araplar değil, tüm insanlardır. ( Yunus10/57 İsra 17/82) Kur’an da her millete kendi dillerini bilen bir elçinin gönderildiği belirtilmektedir. ( İbrahim 14/4 İsra 17/15, Şuara 26/208, Kasas 28/59 ) Demek ki Cenab-ı Allah Kur-an’dan önce insanlara İslamiyet’i kendilerinin dillerini bilen peygamberlerce öğretti. Çünkü Hz. Âdem’den Hz. Peygambere kadar bütün peygamberler İslam’ı tebliğ etti. Hz. Musa ve Hz. İsa dâhil ‘Muhakkak ki Allah katında yegâne Din İslâmdır’ (ALİ İMRAN 3/19)
            Son peygamber Hz. Muhammed’e yüce Allah son kitap Kur-an’ı indirmiştir.
Kur-an yukarıdaki ayetlerde belirtildiği üzere çeşitli dil konuşan tüm insanlığa indirilmiştir. Cenabı-ı Allah Hazreti Muhammed’e tüm insanlığa tebliğ için indirdiği Kur-an’ı “biz onu anlayasınız diye Arapça bir kuran indirdik” diye tavsif ediyor. ( Yusuf 12/ 2)
            İnsanlık âleminde çeşitli milletler ve diller var. Kur-an’ı Kerim tüm insanlık için indirildiğine göre, Arap olmayan milletler Kur-an’ı öğrenmek için Arapça mı öğrenecekler? Bu mümkün mü? Bu ayeti kerime ile milletlere Kur-an’ı öğrenmek için Kur-an’ı kendi dilimize çevirin (meal) diye cenabı Allah emrediyor. Kolaylık budur. Cenabı Allah “Kur-an’ı sana meşakkat çekip bedbaht olasın diye indirmedik buyuruyor. (Taha 20/1-4) Hazreti Peygamberimiz ise: ‘Kolaylaştırın zorlaştırmayın’ buyuruyor ( Müslim 3263)
            Tarihimizde, Kur-an’ı Kerim’in ikinci defa tercümesi, cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra; Atatürk’ün direktifiyle kurulan Diyanet İşleri Başkanlığınca (1924) önce Mehmet Akife yaptırılıyor… Mehmet Akif, Kur-an’ı Kerim’i şiir dilinde tercüme ettiğinden “Kur-an bırakılır, bu meal okunur” diye meali daha sonra vermiyor.
1934 Tarihinde yine Atatürk’ün direktifi ile Diyanet işleri başkanlığınca Elmalılı M. Hamdi YAZIR’a  Kur-an’ı Kerim tercüme ettiriliyor. (meal) Hamdi YAZIR da Kur-an’ı tercüme ediyor ve 10 ciltlik bir tefsir meydana getiriyor. Bu tercüme ve tefsir Atatürk’ün emriyle bütün Türkiye’ye dağıtılıyor. Daha sonraki yıllar pek çok Kur-an’ı Kerim tercümesi ve tefsiri yapılıyor. Böylece en sade vatandaş dahi, kendi dili ile kuranı anlıyor ve tefsiri okuyarak ta derinliğine vakıf oluyor. Eğer tarihimiz boyunca milletimiz Kur-an’ı kendi dili ile okuyup anlamış olsaydı, tarihimiz boyunca ve hala yaşadığımız pek çok lanetlenecek işler meydan gelmezdi.
Ama ne yazık ki tarihimizde, okuma-yazma geliştirilmemiştir ve okuryazarlık da ele alınmamıştır. Yukarıda bu konularda net rakamlar verdim dünyanın en büyük cihan devleti olmasıyla hakkıyla övündüğümüz Osmanlı’nın en büyük ihmali okuryazarlığı ele almamış olmasıdır. Kur-an’ı kerim şöyle buyuruyor ‘kul helyestevillezine yalemune vellezine layalemun’ ‘ deki bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ‘ ‘ (zumer 39/9) bilmek içinde Kur-an’ı Kerim’in ilk ayeti kerimede “ıkra” diye okumayı emretmiş olmasına rağmen Kur-an’ı meşrutiyete kadar tercüme etmemişiz ve kuranı doğru anlamamışız. Okuryazar olmamışız ve dolayısıyla öğrenememişiz ve her şeyde geri kalmışız.
            Laiklik konusun’ da kısaca değerlendirmek istiyorum. Laiklik mana itibariyle bizde en yanlış anlaşılan bir terimdir. Laikliği hala büyük bir ekseriyet bizde dinsizlik olarak bilir.
            Ord. Prof. Ali Fuat BAŞGİL 1955 yılında neşredilen “Din ve Laiklik” isimli kitabında acaba neler yazıyor?..
            Laic, Laique kelimesi, Latince Laicus aslından alınmış Fransızca bir kelimedir.
Lügat manâsıyla ruhani olmayan (kilise mensubu olmayan) insan, fikir ve müessese demektir. Katolik dünyasında Hıristiyanlar ikiye ayrılıyorlar. Bir kısmına Clerge denir. Bunlar din adamlarıdır. Ruhaniler sınıfını teşkil ederler. Bu sınıf da, Regulier ve Seculier diye ikiye ayrılır. Regulıer sınıfından ruhaniler kiliseye kapanıp ömürlerini ibadetle geçirirler, hayattan uzak yaşarlar, Seculier ise, Papaz ve Piskopos gibi halk içinde yaşayan Kilise din adamlarıdır. Laik ise ruhaniler sınıfından bu iki zümreye mensup olmayan Hıristiyan halk tabakasıdır. Bu kelime genişletilerek, kilisenin etkisi altında bulunmayan ve ruhani mahiyeti olmayan prensip ve müesseselere de laik denir.
Bu kelime, hukuk ıstılahına Fransız ihtilâlinden sonra girmiştir.
Ali Fuat Başgil, laik kelimesi sinin hukuki manâsı üzerinde şu bilgiyi veriyor: “Bu günün batı memleketleri hukukunda laiklik dinin devlet işlerine, devletin de din işlerine karışmaması; Devletin tarafsız olması din ve mezheplerden hiç birine farklı muamele yapmaması; Dinin de, bir bağımsızlık içinde ahlâk ve maneviyatın yöneticisi olmasıdır.”
Laik kelimesi dilimize cumhuriyetten önce meşrutiyet döneminde girmiştir
            Osman Ergin, 1977 de yayınladığı “Türk Maarif Tarihi” adlı eserinde, son Osmanlı Sadrazamlarından Müşir Ahmet Paşa’nın şu görüsünü veriyor: “Ziya Gökalp Fransızca laik kelimesini ladini diye tercüme etmiştir. Bu kelimenin manası dinsiz demektir. Bu çok büyük bir tercüme hatasıdır. Fransızlar laikliği, Kilisede din adamı (Ruhban) olmayanlar, halktan olanlar için kullanmışlardır.”
            Yine Osman Ergin, doğuyu da batıyı da iyi bilen Ubeydullah efendinin görüşü şudur diyor: “Laiklik kelimesini ladini diye tercüme etmek fevkalade yanlıştır laik kelimesi dinsiz hükümet, din aleyhinde hükümet diye kullanılamaz. Laik hükümet ‘halk hükümeti’ olarak tercüme edilmelidir. Laik hükümet bir sınıfın değil umumun malı olan hükümet demektir.”
            1970 de yayınlanan ‘Modern Türkiye’nin Doğuşu’ isimli kitabın yazarı Bernard Lewis diyor ki: “Ziya Gökalp’in tam bilmediği Fransızcası ile laique deyimini anlatmak için dinsiz anlamına gelen ladini kelimesini kullanmak zorunda kalması büyük bir talihsizlik idi. Laiklik dinsizliktir tercümesi Türkiye’de herkesi birbirine hasım etti.”
            Ord. Prof. Ali Fuat BAŞGİL yine, “Din ve Laiklik” adlı eserinde diyor ki: “Laiklik dinsizlik ve din düşmanlığı değildir. İnsan iş hayatında devletçe konulan kanunlara göre hareket eder laik olur, diğer taraftan özel hayatında dindar olur..”
            Atatürk ‘her fert dinini diyanetini öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mektebdir demiştir’. Nitekim Atatürk 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat (Eğitimin Birliği) kanunu ile yüksek din mütehassısı yetiştirmek üzere İlahiyat Fakültesi’ni ve ilk defa Camilerde görevlendirilmek üzere İmam ve Hatip yetiştiren İmam-Hatip okullarını gerçekleştirmiştir. Ama öğrenci yokluğundan dolayı İlâhiyat Fakültesi de İmam-Hatip okulları da 1932 de kapanmıştır. Yukarıda 1924 de ortaokul ve liselerin öğrenci sayısını zaten vermiştim, o zaman Atatürk dinsiz olsa din adamı yetiştirecek okul açar mıydı?...
            Osman pazarlı 1979 da yayınladığı Sosyoloji Lise 3 adlı kitabında Atatürk’ün ‘ laik hükümet tabirinden dinsizlik manası çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat vermemek lazımdır’ dediğini yazmaktadır. Atatürk dinsiz olsa böyle konuşur muydu?
            Yılmaz Öztuna, 1978 de yayınladığı ‘Büyük Türkiye Tarihi’ adlı esrinde “Hıristiyanlar kilisedeki din adamlarına “Clerge”, bunun dışında kalanlar için de “laik” terimini, kelimesini kullanmaktadırlar” demekte...
            Laiklik anayasanıza 1924’te girmiştir.
Yukarıda, “laikliğin nasıl doğduğunu ve ne demek olduğunu” ama Ziya Gökalp’in laikliği Fransızcadan “dinsizlik” diye yanlış tercüme etmesini bilim adamalarının ifadeleriyle izaha çalıştım. Maalesef bu yanlış tercüme yüzünden, bunun etkisi altında kalanlar hala bugün dahi laikliğin yanlış anlaşılmasını devam ettirmekte ve laikliğe karşı haksızca hücumlarını inatla ve ısrarla sürdürmektedirler
            Bakara suresinin 256. Ayeti ‘lâ ikrahı fid din’dir’; manası ‘dinde zorlama yoktur ‘ demektir. Yani, Kur-an’ı Kerim kimseyi zorla Müslüman yapamazsın diyor. Bu görüş, tüm müfessirlerin yorumudur. Bu ayet hem peygamber hem de devlet reisi olan Hz. peygambere Kur-an emri olarak geliyor. Hz. peygamber aynı zamanda devleti yöneten kimsedir.
Demek ki Hazreti Peygamber’e devlet reisi olarak “dinde zorlama yapamazsın” buyruluyor. Laiklik de, devletin din üzerinde etkisini kaldırıyor. Kur-an insanı vicdanın da hür bırakıyor. Kur-an laiklik tabirinin kullanıldığı tarihten asırlarca önce bu emri getirmiştir. Öyleyse Kur-an’ı Kerim’in insan üzerinde din etkisi yapamazsın emri asırlar sonra Hıristiyan âleminde laiklik olarak belirlenmiştir.
LAİKLİK ESASINI KURANDAN ALMIŞTIR
            Rahmetli Atatürk din eğitimi veren imam hatip okullarını ve ilahiyat fakültesini açan bir kimsedir. Selçuklular ve Osmanlı tarihi dâhil meşrutiyetteki tek Kur-an’ı Kerim meali (tercümesinden) sonra Kur-an’ı tercüme (meal) ve tefsir ettiren ve tüm Türkiye’ye dağıttıran kimsedir. Bu kimse dinsiz olur mu? Din de zorlama yok emriyle de devlet yönetimini ve dinin vicdan hürriyetini birbirinden ayırmıştır. Camilerimizi koruyup ihya etmek için de vakıflar Genel Müdürlüğü’nü kurmuştur. (1924) Bu kimse dinsiz olur mu?
            Atatürk, Şeyhülislamlığın devamı olan ve Müslümanlara yol gösteren; Ayrıca, Camilerimizi organize eden Müftüleri, Vaizleri, İmam ve Müezzinleri Camilerde görevlendiren ve daha mükemmel teşkilâtlandırılan Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. (1924) Bu kimse dinsiz olur mu?
            Bütün ilim adamları “laiklik dinsizlik değil” diyorlar.
Peki, Avrupa’da, ya da başka kıtalarda laik devlet olarak yönetilen hangi devlet dine karşı bir tutum içerisindedir. Bugünkü Rusya dâhil..
            Atatürk döneminde ve sonra camiler ahır yapıldı diyenler doğruyu konuşmuyorlar. Yalnız 2. Cihan harbinde, Almanlar Trakya’da hududumuza geldiğinde silolarımız olmadığı için silâhaltındaki askerin buğday ihtiyacı için bazı camiler büyük hacimli olduğu için buğday deposu olarak kullanıldı.
Osmanlı tarihini dikkatle okuyanlar, Padişahların Avrupa seferine çıktıklarında, sefere çıkmadan önce yol boyunda bulunan ve/veya yapılan bazı camileri buğday deposu olarak kullandıklarını bilirler. Cumhuriyet’ten sonra nerde hangi cami ahır yapıldıysa iddia sahibi bunu ispatlamalıdır.
DEVLET LAİK OLUR İNSAN LAİK OLAMAZ
            “Devlet laik olur insan laik olamaz” diyenlere Ord. Prof. Ali Fuat BAŞĞİL, “Din ve Laiklik” isimli kitabında şöyle cevap veriyor: “İnsanlar iş ve münasebetler hayatında devletin çıkardığı kanunlara göre hareket ederler laik olurlar özel hayatında ise dindar olarak yaşarlar.
            Cumhuriyet kurulduktan sonra, bugün dahi halâ laikliği dinsizlik olarak anlayanlar ve bazı münevverlerimiz dâhil devleti hep itham etmişlerdir ve etmektedirler. Sanki Türkiye dinsizleştirilmiş gibi ve bunlar doğruyu bir türlü öğrenmemişlerdir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi Atatürk’ün İslamiyet’i korumak için aldığı bütün tedbirler rağmen Ziya GÖKALP’İN laikliği dinsizlik diye yanlış tercüme etmesinden maalesef Atatürk ve devlet bu ithamlardan kurtulamamıştır. Üstelik Yukarıda belirttiğim gibi Atatürk bu fesat sahiplerine karşı çıkmak için halkı ikaz etmiştir.
            İnsan hak ve hürriyetinin korunmasını esas alan insanlara yardımın şart olduğunu belirten zulüm ve haksız insan öldürmeyi haram kılan hatta ırklar arasındaki ayrıcalığı kaldıran dinde dahi zorlamanın olmadığını emreden ve kimsesizleri koruyan bugün demokrasi dediğimiz idare şeklinden çok daha üstün vasıflarca insana sahip çıkan bir kuranı kerim vardır. Ama maalesef onu tam manasıyla anlayıp ona uymamışız. Asırlarca ve hala Kurana uyulmayıp kuranda olmayan mezhepler adına yapılan kavgalar ile ve Kuranın emirlerine karşı aykırı düşünerek İslâm’ın ruhuna uymayan ama İslam uğruna diyerek pek çok insanı hunharca öldürerek dünyamız cehenneme çevrilmiştir ve çevrilmektedir. Maide suresi 5/32. Ayet de Kur-an’ı Kerim şöyle buyuruyor: “Kim haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur.” Elbette ki bunun cezası cehennemlik olmaktır. Kuran bir can diyor Müslüman ya da Müslüman olmayan demiyor ve böylece Kur-an tüm insanlığı koruması altına almıştır.
İnsan huzuru için Kur-an’ı Kerim’e uymak ne büyük fazilettir.
Hz. Peygamberden sonra (Halife olan dört devlet başkanını sahabenin) halkın seçtiği bir İslâm devleti var.
Demek ki demokrasi İslamiyet’in geleneğinde mevcuttur.
            1946 da, tarihi ve kadim Demokrat Parti’yi kuran Celal BAYAR, Adnan MENDERES, Refik KORALTAN ve Fuat KÖPRÜLÜ, böyle ulvi duygularla halkın seçtiği bir yönetimi gerçekleştirmek için demokrasi mücadelesi verdiler ve bu mücadeleyi 1950 yılında kazandılar.
            Halkın seçtiği Demokrat Parti’nin Baş Vekili (Başbakanı) ve akabinde Genel Başkanı olan Adnan MENDERES, böyle ulvi, mukaddes bir görev “gerçek laiklik, insan hakları, adalet ve demokrasi” uğruna şehit olan bir Türk ve İslam büyüğüdür.
            Ben de; 1954 yılından itibaren Demokrat Parti Millet Vekili ve sonra yassı ada mağduru olan ağabeyimle birlikte başladığım ve iftiharla yüklendiğim “demokrat misyonu” bugüne kadar kesintisiz yürüttüğüm için bahtiyarım.
            ***
            (*) Ahmet Esat KIRATLIOĞLU: (1930 Nevşehir,) Avusturya Graz Üniversitesi Jeoloji Fakültesi mezunu. Aynı Fakültede Doktora derecesi aldı. Nevşehir Belediye Başkanlığı, İller Bankası Genel Müdürlüğü, TBMM, XIV, XVI, XVIII., XIX.ve XX. Dönem (AP ve DYP) Nevşehir Milletvekilliği ile Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı ve Devlet Bakanlığı yaptı. Evli ve 3 çocuk babasıdır.

3 yorum:

  1. Esat bey
    Makalenizi okudum ,bana ulaştıran Ali Çoşkun beye ve size teşekkür ederim.
    Saygılarımla
    Özcan KADIOĞLU
    Dünya Gazetesi Köşe Yazarı
    Ankara Ticaret Odası
    Meclis Üyesi

    YanıtlaSil
  2. Sayın Bakanım;
    Gayet açıklayıcı yazınız için sizi tebrik ediyor ve bu yazıyı bana ulaştıran Muhterem Ağabeyim Ali Coşkun Beyefendiye şükranlarımı sunuyorum.Her ikinizede sağlıklı bir ömür dileyerek hürmetlerimi arz ediyorum.İlhami Tezcan Emekli Kalemaden Gn.Md. ve Murahhas Üyesi-Eski Çanakkale TSO Yön.Kur.Bşk.

    YanıtlaSil
  3. cok onemli,dogru hususlara deginmissiniz.istifade ettim.tebrik ediyorum.selcuk maruflu

    YanıtlaSil